1 Mart 2015 Pazar

'Aşk' sınıfta kaldı!

Kim, 'Ben seni üzmem' dediyse hep en çok üzen oldu.
Kim, 'Korkma benden' dediyse hep en çok korkutan da.
Anlaşılan o ki; yalan, insanoğlunun en bulaşıcı hastalığı bu devirde sevgili okuyucu.
Daha çok sevilmek için daha çok yalana tutunmak!!! Çık çık çık. Olmaz.
Niye mi?
Bir kere zaten çok sahte bir dünyada yaşıyoruz. Adına da; 'hayat' diyoruz. 'Hukuk' diyoruz.
'İktidar' diyoruz. 'Toplum' diyoruz.
Diyoruz da diyoruz.
Hep söylenecek bir sözümüz var yani.
Bu sahteliğin içinde bir de gelmiş 'aşk'ı kirletiyoruz.
Niçin, daha çok sevilmek için.
Nasıl hasta ruhlu bir duygu devinimidir bu...
Sevgi arsızı olmuş bir dünyada tutkuyu da aramak, koca bir çölün ortasında su kaynağı aramak gibi.
Son yüzyılın beklenen kabusu.
Aşk sınıfta kaldı okuyucular.
'Merhaba', sevgisiz dünya.
Ben inadına arayacağım o tutkuyu. Eh, çölde elbetteki su vardır değil mi?
Ya da 'o uzaya gidilecek'!!!


25 Şubat 2015 Çarşamba

Meğer ne kadar çok acımız varmış

Meğer ne çok acımız varmış bizim. Ne çok aşk isyanımız. Herkes bir aşk derdinde. Sevip de sevilemeyen. Sevip de söyleyemeyenler. Sevip de sevmiyormuş gibi yapanlar. Sevip de terk edilenler.
Meğer ne çok yaşanmışlığımız varmış bizim.
Meğer ne çok güvensizliğimiz bir de bu yaşanmışlıkların yanında.
Aşk, yüzyıllar boyunca şiire, edebiyata, yazıya, romana, oyuna konu olan ne gizli bir özneymiş. İyi ki de öyleymiş. Aşk'ın ne kadar sihirli bir büyü olduğunu göstermiş bize.
Yıl 2000'ler, ihtirastan ve tutkudan sınıfta kalmış bir dünya. 'Merhaba...'

HAYAL KIRIKLIKLARI

Sevildiğin ve sevdiğin halde kavuşamamak. Kavuştuğunda umarsızca davranmak ne kadar da mekanik bir hal almış, şimdilerde. Çabuk tüketilen duygular silsilesi en nihayetinde. Bugün varsın yarın yoksun zihniyeti. 'Seni seviyorum' derken bir sonraki gün, 'Sen de kimsin' demeler...
Sadece iki sözcük arasında yaşanılan bir aşk, ne kadar inandırıcı olur ki? Halbuki biz aşkı öyle okumadık romanlarda.
Aşkı için harekete geçenlerdi bizi büyüleyenler. Romanlar bunu yazardı. Biz de inandık hep.
İnandık da ne oldu. 2000'li yılların aşkına yenildik işte. Şimdi karşıdan duyacağımız iki güzel cümleyle avunuyoruz öylece.
Shakespeare'e inandık, aşkı bir balkon sonesi sandık. Gel gör ki, sevdiğimize Romeo'nun Juliet'e itirafı gibi seslenemedik; 'Aşk yardım etti, aramamı fısıldayarak; O bana akıl verdi, ona göz oldum ben de'...
Meğer ne kadar çok beklentimiz varmış.
Beklentiler artıkça, hayal kırıklıkları da ardı sıra geliyor işte.
Hayal kırıklıklarını arsız bir çocuğun eline verirsen, ya kendi elini yaralar ya da karşısındakinin yüzünü.
Hayat, bir çocuğun adilliği kadar acımasız çünkü. 

Doğa, bu evrenin en anarşist ruhudur

Astrolojiye eskiden pek de inanmazdım. 'Amaaan, insanın karakterini gökteki küçük yıldızlar mı belirliyor' derdim. Lakin o gün geldi çattı; aynı gün doğumlu iki arkadaşımın aynı davrandıklarını fark ettim. Öyle böyle değil. Gündüz birinden duyduğum özelliği akşam diğerinden duymaya başladım. 'Yooo, olamaz, bu gerçek değil' haykırışları nafile. Açtım baktım astroloji, okudum burçlarının özelliklerini; doğruymuş, meğer yıldızlar bizim üzerimizde bahis oynuyorlarmış.
Sizi gidi gök cambazları sizi...
Sonra bende sardı mı bir merak. 'Hımm şunun burcu bu, bunun karakteri böyle. Ayy, ben bu burçla çok iyi anlaşırım. Amaan ne ağlak bir burcum. Tüm saçma salak özellikler benim burcuma toplanmış. Neee, bu burçtan sevgilim olmasın' sözleri ağzıma pelesenk oldu.
Tam güzel giden bir ilişkinin çat diye bitmesi bünyede bir deprem etkisi yarattı ki; hemen burçlara sordum nedenini. 'Hımm, terazi erkeği böyleymiş, balık kadını ile geçinemezmiş. Ayy, aynı yazdıkları gibi davrandı' sözleri yetmezmiş gibi, az mesai de harcamıyordum 'ekşisözlük'teki burç yorumlarını okurken.

HALİYLE BEN DE SIKILDIM KENDİMDEN

Off ne sıkıcı değil mi? Eh haliyle ben de sıkıldım bu halimden. Ve 'biraz az mı bağlansan kızım, şu burç alemine' dedim. Ve dediğim gibi de yaptım.
Yalanım yok, gene ara ara bakarım. Bu burç, ne özelliğe sahipmiş diye. İnsan alışkanlıklarından zor kurtuluyor cancağızım.
Ama doğanın bir mucize olduğuna inanan ben, gene de ruh halimi yıldızlara sormaktan alıkoyamıyorum işte. Mistik bir ruh hali var ben de kabul. Neyse ki o ilk başlardaki hastalıklı ruh tavrını geride bıraktım.
Öte yandan, astroloji konusunda takip etmekten keyif aldığım Juno'nun sitesine de ara ara uğrarım. Ay tutulmalarının ruhumuzdaki tahribatına bir göz atarım. Bu göz atmalar, ben de şöyle bir soruyu da beraberinde getiriyor; 'Acaba, bu tutulmalara, burç özelliklerine inandığımız için mi bizi gerçekten etkiliyor yoksa gerçek oldukları için mi inanıyoruz?'
Sanırım bu sorunun cevabını hiç bilemeyeceğiz. Tavuk ve civciv meselesi gibi.
İnanç...
Zaten çok tartışılmaya açık bir konu.
Bence insanlar hayatı anlamak için inanmayı tercih etti. O yüzden ilk doğaya tutundu. Düşünsenize insanın kontrolünde olmayan bir şey var ortada. Güneş her gün bir yerden doğup diğer taraftan batıyor. Güneş olduğu için tarım yapılıyor. Tarım yapıldığı için yemek yenilebiliyor. Yıldızlar gecenin karanlığında yol gösteriyor insanoğluna.Ve yaşamak denilen şey bu döngüsel olaylar zinciri ile gerçek kılınıyor.
Eh gel de inanma şimdi... Doğanın her parçasının hayatımıza dokunan, bizi hayata bağlayan bir yanı var işte. Ondan kaçamayız ama ona da sahip olamayız. Doğa, bu evrenin en anarşist ruhudur. Ne bizimle ne de bizsiz... Ya da ne onunla olabiliyoruz ne de onsuz...
Sonuç olarak, yıldızlara inanıyorum, onların bizi etkilediğine de. Çünkü doğaya inanıyorum...
Haa, bu arada, Juno'ya göre balık burcu; 'Büyülü Destanın Kayıp Jokeri'ymiş... Ne güzel tanımlamış...
Not: Balık burcu olduğumu söylemeye gerek yok sanırım. 
Kıps, kıps...

Evet sanırım delirdim...



Son zamanlarda günlerimi, dünyayı işsiz gezenlere hayranlıkla izleyerek geçiriyorum Hem cepte paraları yok hem de gezebilme imkanları var. Hayır, yani benim de cebimde param yok, bırakın dünyayı, bakkala gidemiyorum. Burada anlam veremediğim bir denklem eksikliği var ama hadi bakalım. Zaten hep derler 'Param yok' diyenden korkacakmışsın. Peh, nine gibi oldum. Anlayış göster okuyucu... Bu aralar dediğim gibi delirme provaları yapıyorum.
Hayranlık dedim de, son zamanlarda herkesi hayranlıkla izliyorum zaten. İnstagram, falan fişman bakıyorum da; böyle mutlu mutlu gülenler, hani derdi tasası yokmuş gibi davrananlar, 'sevdiğim yanımda ohh hayat güzel' fotoları, diyorum bende mi sorun var? Yok, belki, hayatımın dip yokuşa doğru yuvarlanması, bu hayranlığın sebebi. Ya da emekli maaş kuyruğu gibi adım adım gerçekleşen hayallerimin, beynimde yarattığı tahribat da olabilir.

SON YILDIZ TOZU

Nedeni nedir, ne değildir bilmiyorum. Şayet bilmek de neyi değiştirir, inanın dostlar onu da bilmiyorum. Of ki, ne çok şey belirsizmiş hayatımda. Şimdi yazdıkça anlıyor insan. Velhasıl gün gün artan bir delilik halindeyim. Her akşam yatarken, yarın güzel olacak diyorum, sabah kalkıyorum yine depresyon hırkam üstümde.  Öyle böyle değil bir tembelliğe mahkum oldum. Bahar gelsin diye gün be gün ritüeller yapan bendeniz, havanın güzel oluşuna aldırmadan hırkamla sarmaş dolaşım. Saçlarım mı? Aman hiiiç sormayın onları. Bana 'artık yıkansan' diyor. Her şeyin bir zamanı var canım... Yıkanırız elbet. Gözlerini öyle açma okuyucu, sen de elbet delirirsin bir gün....
Bu aralar işe yaramaz bir insan profiline benzetiyorum kendimi. Ne yaratıyorum ne üretiyorum. Öyle kalk, yaz - biraz biraz - yat... İşsizlik ilk zamanlar iyi oluyor da sonraları içten içe vücudu kemiren bir virüs gibi sızıyor hayatımıza.
Yoo, gene de umudum var. Artık bu umut, deliliğin yarattığı bir umut mu yoksa gerçekten içimde kalan son yıldız tozları mı onu da zaman gösterecek. Bakalım gün, bana bugün ne getirecek?

Çay ve bisküvi



Barış Bıçakçı bir dizesinde şöyle diyor: ”Ev kuşuyduk biz. Radyo dinlerdik, çay içip bisküvi yerdik, bu da yetmezdi bisküvimizi çaya batırırdık: gülüşümüzün bütün dişleri tamamdı da gençliğimizin üç dişi eksikti.” 
Çaya bisküvi batırmak… En mutlu olduğum andır; şimdi ve çocukluğumda. Küçüklüğümü anımsattığı, o masumluğu hissettirdiği için belki de; büyüdüm hala çaya bisküvi batırırım.
Hatta yine çocukluğumda olduğu gibi bisküviyi tam zamanında koparamam çaydan ve hoop bardağın içine düşer o kare bisküvi. İşte o an, gülmenin zamanıdır. Çay ve bisküvi; dünyanın en saf kombinasyonu.
İnsan bazen gerçekten çok küçük şeylerden mutlu olabiliyor; iyi ki de oluyor..

Pencere kenarı sevdası

Havada ilkbahar esintisi var. Pencere açık, her zamanki gibi kahve ve sigara eşliğinde yazı yazıyorum. Pencerenin açık olması küçük bir detay gibi gözükse de aslında ne kadar anlamlı. Demek ki, soğuk uzaklaşıyor hayatımızdan.
Sıkkın ve bitkinim bu arada. Ama baharın gelişine sevinçli. Kuşların sesleri daha net duyuluyor şimdi. Kim bilir neler fısıldıyorlar birbirlerine. Bazen gözlerimi ayırmadan onları izliyorum saatlerce. ‘Delirdim mi acaba ben?’ diye de kendime sormadan edemiyorum sonra. Evin önündeki direğin tellerine konuyorlar birbir. Ev arkadaşımla onlara kendi isimlerimizi bile verdik.. Başlarını bir oyana bir bu yana oynatıyorlar arada bize bakıyorlar. Ne düşünüyorlar?
Kargalar da var aralarında. Konuyorlar pencere kenarına. Bize hafiften sert bir bakış atıyorlar önce. Tanımak için belki de. 
'Merhaba', sevgili karga. Evet, oradaki ceviz senin.. Tekrar bekleriz…
Sonra hoop karşı dama. Cevizde yanında. Dağınık saçlı, asi bakışlı karga seni. Gene bekleriz pencere kenarına. 
Martılar bir de. Siz ne kadar büyüksünüz öyle ve de sesleriniz ne kadar güzel. Ya da ben ne kadar küçüğüm… Kanatlarınız boyum kadar. Tamam abarttım biraz… Ama bana martılar hep büyük görünür güvercinlere alıştığımdan. 
ANNEMDEN GELEN ALIŞKANLIK
Karşı penceredeki Teyze gözüktü. Her zamanki yerinde, dışarıya bakıyor yine ve yeniden. Alıştı bize. Hafif bir baş işaretiyle selamlaşıyoruz. Her gün aynı saatte buluşuyoruz pencerede ne de olsa. Yalnız, bir gün çat kapı misafirliğe gideceğim. Hikayesini merak ediyorum. Kesin tansiyon ve şeker hastasıdır. Çocukları evlendirmiş. Kocasıyla kalmışlardır Edi ile Büdü şeklinde. Teyzem de gün boyu pencere kenarı sevdalısı olmuş işte. Benim gibi. 
Benim de annemden alışkanlık kaldı pencere sevdası. Evimizin en güzel yeridir hep pencere kenarı. Öyle dizayn eder annem. Orası onun yaşam alanı olduğu için belki de. En cici koltukları yerleştirir küçük bir masanın etrafına. Desenli örtünün üstündeki kasenin içi çikolata ve lokumla doludur; Türk kahvesinin yanında yenmek için. Sonra sabah kahvaltısı bitince yerleşir oraya taa ki akşam oluncaya kadar. Bazen örgü örer, bazen gazete okur, bazen de kitap. Hep bulmuştur yapacak bir şey. Pencere kenarı ona ilham verir çünkü. 
Yaz olunca da balkon sevdası başlar. Laf aramızda annem sayesinde bizim balkonumuz semtin en renklisidir. Gelip geçenlerin bakıp bakıp durduğu. Duvarda süsler, balkon demirinde oyuncaklar, balkon kenarlıklarında çiçekler…. Gözleri kamaştırır resmen. Balkonda yaşasın başka bir şey istemez annem… Doğanın parçası olduğumuzu söyler durur hep. O yüzdendir beton duvarları renklendirmesi kendince. 
Böyle büyüdüm ben. Küçüklükten gelen algı beni de dünyaya annemin gözünden bakmayı gösterdi.
Annem işte renkliliği ve küçük mutluluğu sever.  Bende ona benzemişim. Şimdi penceremin kenarını onun yaptığı gibi süsledim. Balkonumuz yok ama evin içi renkli… 
Velhasıl pencereler ve balkonlar benim olsun, tüm dünya size kalsın. 

31 Ekim 2010 Pazar

izmir'in sokakları, kedi ve köpek krallığında..

Bugünlerde kendimi pek bir hayvan dostu gördüm. Son birkaç gündür de ne zaman habere gitsem, rastlıyorum bu sevimli keratalara! Hele şimdi "Sevgi Yolu", restore ediliyor. Deyimde buraya tam oturacak; bu amaçla her yeri yerle bir ettiler.. Tabi bu durumdan en çok sokak kedileri ve köpekleri mutlu ve mesut. Nerede yıkıntı hop yerleşiyorlar. Ama bu çektiklerim başka yerden.
Bu pisiler, bir mağazanın önüne çöreklenmişler. Soğuktan tabi nasılda birbirlerine sokulmuşlar! Bu arada mağaza sahibi de onlara çocuğu gibi bakıyor... Şanslılar.
Ardı sıra dizilip, dizilipde uyuyan sokak köpeklerimiz de Alsancak caddelerinin sahipleri. Habere giderken gördüm, çekmeden duramadım...
Annem hep "Hayvan seveceksen sokaktakileri sev. Onlar en güzelleri çünkü. Hem özgür kendine ait hem de sadık sana ait" der.
Sokaklar onların, onlarda sokakların efendileri. Hem sakin, hem dost, hem muhtaç ama gururlu. Eğer yakın olursan sana da sadık. Ama her zaman çekip gitmeye de hazır... Daha ne olsun!
Yerim ben sizi, yerim!